Sonder: Herkesin Hikayesi Başka

Sonder

Sen, hikâyenin kalbinde parlayan yıldızsın. Yakın çevren, seni ısıtan bir ateş çemberi. Uzaklarda, zamanın akışında kaybolan, silik izler bırakan yüzler var. Ama unutma, her figüranın da bir evreni var. Sen sahneyi terk etsen bile, onların hayatları, sonsuz bir perdede oynanmaya devam edecek. Tıpkı gece gökyüzündeki sayısız yıldız gibi, her biri kendi hikayesini yazıyor.

Bu sözler The Dictionary of Obscure Sorrow sayfasından alıntı. Gizemli Üzüntülerin Sözlüğü”, günlük hayatımızda hissettiğimiz ama adını koymakta zorlandığımız tüm o karmaşık duygulara yeni isimler bulmaya çalışıyor. İnsan olmanın ne kadar tuhaf ve güzel bir şey olduğunu daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor.

İşte kalbimi derinden etkileyen bir kelime daha. Sonder. çevremizdeki insanların da bizim gibi karmaşık hayatlara sahip olduğunu, derinlikleri ve hikayeleri olduğunu anlama deneyimidir. Sokakta gördüğümüz her bir insanın, kendi dünyasında yaşayan, kendi mücadeleleri ve zaferleri olan bir birey olduğunu fark etmektir. Bu farkındalık, empati kurmamızı, yargılamadan bakmamızı ve insanlığın ortak bağını hissetmemizi sağlar.

Sonder kelimesi, 20. yüzyılın başlarında İngiliz yazar John Koenig  ( John Könik ) tarafından icat edilmiştir. Koenig, bu kelimeyle, insanların günlük hayatlarında sıklıkla yaşadığı ancak tam olarak ifade edemediği bir duyguyu tanımlamak istemiştir. Sonder, bir yandan yalnızlığın ve yabancılaşmanın verdiği hissi ifade ederken, diğer yandan da insanlara olan derin bir bağın varlığını vurgular.

Kısa bir operasyonun ve anesteziden zor ayılmamla başladı kasım ayı. En büyük korkum anesteziden ayılırken saçma ve gülünç şeyler mi söylerim diye girdim ameliyata. Öyle de olmuş. Ayılma odasında hocalarım, ey doktorlar bilime inanın evrene inanın diye bağırmışım. Bu yaşadığım rahatsızlıkla ilgili ileride birkaç söz söyleyeceğim. Ama şimdilik iyiyim.

Bu sabah erkenden kalkıp, evin işlerini hallettikten sonra kitap okumaya başladım. Önceki bitirdiğim kitabın kapak sayfasına yazdığım bir cümle gözüme ilişti. Kaygı, yaşama isteğidir demiş Acar Baltaş. Bir röportajını izlerken not almışım hemen. Cümle içimde bir kez daha yankılandı. Kaygılanmak. Genelde kaygılı ve stresli biriyim. Çocukken de mi böyleydim inanın hatırlamıyorum. Oralara dair hatıra teknemde “sabırsızlık” kelimesinin yelken açtığını hep biliyordum. Ne olduysa, yirmi beşten sonra büyük bir kaygılanma hissi ile mücadele ettim. Gençliğimden bu yana panikatak krizlerim elbet vardı. Sonu acillerde biten. Anneme bir kere kızınız madde mi kullanıyor diyen doktor bile olmuştu. Kimse de dememiş hanımefendi kızınızda panikatak var. Neyse panikatak krizlerini hallettim bir şekilde. En büyük destekçim de biricik eşim oldu. Kriz anlarında bana nefes alıp vermeyi öğretti. Elimi tuttu. İnsanın bazen bu tür fısıltılara çok ihtiyacı oluyor. Ayılma odasında gözlerimi açtığımda ilk hissettiğim şey karnımın altında büyük bir acı ve yanma hissiydi. Sonra hemşire ayıldınız mı Seda hanım dediğinde evet hocam dedim ve çok ağrım olduğunu söyledim. O da sol yanımda asılı duran serum ve ilacın etkisini arttırdı. Kalkmayı deneyelim mi dedi bende olur dedim. İlk denemem de ne yazık ki başarısız oldum ve boş şişe gibi bir yana yığıldım. Sorun değil. Sen iyi olana kadar buradayız dedi Eda hemşire. Sonra sohbet etmeye başladık. Bana çocuklarından, kız kardeşinden, ameliyathanenin yoğunluğundan bahsetti. Bende onu can kulağı ile dinledim. İlk defa acılarımdan, korkularımdan, kaygılarımdan başka bir şeye odaklanıyordum. Yirmi dakika sonra tekrar ayağa kalkmayı teklif etti. Bu sefer daha iyi hissediyordum. Ellerimi hissediyordum. Beni tuvalete götürdü. Yardım etti. Onun o yabancı şefkati o kadar iyi hissettirdi ki kendimi ayrılırken defalarca

teşekkür ettim. Ben üzerimde mavi önlüğüm ile giyinme odasına giderken, bir bebek dünyaya geldi ameliyathanede. Doktorlar o yeşil örtünün içine sardıkları minicik bebeğe, dünyaya hoş geldin dediler ve hızla yukarıya çıktılar. Ben bu anlarda o kadar yavaş hareket ediyordum ki bir başkasının hayat hikayesinin arka planında yer alıyordum işte. Koşuşan doktorlar, hemşireler arasında elbiselerini almak için hareket eden sıradan bir hasta. İçimde korkularım, beklediğim hüzünlü mutluluklar başkasının sevinç gözyaşlarına karışmıştı işte. Sonra kapı birden açıldı ve annem geldi. Yavrum diyerek.. Elleri titriyordu annemin. Eşek kadar olmuştum ama ben de tıpkı diğerleri gibi annemin gözlerinde az önce doğan minik bebek kadardım. Geçti kızım dedi annem üzerimi giydirerek. Hafif de sarhoş gibiyim. Anestezinin kafası da güzel. Sonra onuru gördüm. Panikle karışık stresli bana bakıyordu yumuk gözleri ile. O gün annem, ben ve onur bir başka hikaye ile ayrıldık hastaneden.  Yeni doğan bebeğin ismini ne koydular acaba?

İşte Sonder tam olarak böyle buldu beni. Neredeyse iki haftadır evdeyim. Kendime, düşüncelerime odaklandığım bu sakin zaman dilimlerini etkili geçirmeye çalışıyorum. Ama hayatımda ilk defa başka bir şey yaptım. Acıma, kaygılarıma yönelmekten ziyade çevreme odaklandım. Boncukla her gün terasa çıktık egzersiz için. Karşı binaya taşınan komşumuzun iki güzel kedisi ile cilveleşti boncuk. Sonra uzaktan da olsa birbirimize gülümseyerek bir komşuluk bağı elde ettik. Küçük kızları boncuğu merak edip camdan el sallıyordu. Her akşam beş gibi mutfak ışığı yanıyordu bu ailenin. Kim bilir nasıl hikayeleri vardı? Kedilerinin hangisi dişiydi mesela?

Meğer ben çocukken bu sonder kelimesinin oyununu oynuyormuşum. Hislerim kelimesini bulmakta zorlanmış olsa da yine de buldum işte. Sonder. Senden başka herkesin bir hayatı var. Bazen sen onların hayatının arka planında bir figüransın bazen de onlar senin. Otobüsü beklerken, arkada kahve içen biri olarak, bazen hastanede sedyenin üzerinde yatarken izlediğin hikâyenin bir yan rolü oluyorsun. Hepimiz birbirimizin hayatında bir şekilde var oluyoruz. Başrol sadece biz değiliz. Hikaye bizden ibaret değil. Birileri de senin gibi hayatının hikayesini şu an kurgulamakta ve yaşamakta. Bunu fark ettiğin an kendini küçük bir gezegenin bir yıldızı gibi hissediyorsun. Minik bir yıldız ama. Görünmez ama bir o kadar da görünür.

Çocukken meraklı olduğumu düşünürdüm. Komşumuzun evinin kokusunun neye benzediğini bulmaya çalışırdım örneğin. Öğretmenimin ellerinin neden bu kadar güzel olduğunu, sıra arkadaşımın kalem kutusunun içindeki tüm kalemleri, babamın gençken sesinin tonunun nasıl olduğunu, geçmişe dönmenin nasıl mümkün olduğunu öğrenmeye çalışırdım. Denizden eve dönerken, orada yaşayan insanların mutfaklarından gelen çatal bıçak sesi bile mutlu ederdi beni. Acaba hangi yemeği yiyeceklerdi bugün. İşte bir başkasının hikayesine kulak misafiri olmaktı benim yaptığım. Sonraları bu bir hikaye avcısına dönüştü. Kitaplarla başladı. Öykülerle devam etti. İlk öykü yarışmasına katıldığım gelir aklıma. Mühendis bir adamın ve yaşlı bir kadının hikayesini yazmıştım. İkinci oldum o yarışmada. Böylelikle Halikarnas Balıkçısı ile tanıştım.

Benim bir başkasının hayatını merak etme girişimlerim hep ölçülü kaldı. Asla patavatsız bir meraka ve hasetliğe bulaşmadı. Aksine birilerinin hikayesi hep mutlu etti beni. Antik zamanların hikayeleri mest etti bir ara yüreğimi. Bir kere master dersinde hocam, öyle bir anlatım yapıyorsun ki adeta yaşıyorsun diyordu. Gerçekten de öyleydi. Tüm olay kafamın içinde yaşıyordu. Renkleriyle, mekanla, sesleriyle. Onları gözlerimle, ellerimle karşı tarafa aktardığımı düşünüyordum. Sonraları yazmaya, gördüğüm her anıyı, etkilendiğim her hikâyeyi kaydetmeye başladım. Onları geleceğe taşımak, belleğimde bir anı diyarı oluşturmak istiyordum. Hiç kıskanmadım o hikayeleri. İlham aldım. Üzüldüm, ağladım ve mutlu oldum.

Sanırım sosyal medya bu gizemli hüznü elimizden alıyor. Hepimizin anıları, anlık durumları, yaptığı eylemler saniyelik şahitliklerle son buluyor. Bazen sadece kendimize ve görülme kaygımıza odaklandığımız için göremiyoruz bazı gelişmeleri. Ben hala uzaktan arkadaşlarımın hayatlarına gizlice sarkıntılık ediyorum bazen. 😊 İş bulmalarını, evlenmelerini, yuva kurmalarını izliyoruz. Şahit oluyoruz. Bazen de geçip gidiyoruz. Bunun için mi derinlikli sohbetler gerçekleşmiyor artık. Çünkü yaşadığımız gerçekliğin tüm öyküsü an be an orada. En detaylı şekilde. Bazen saklamalı mıyız bazı güzellikleri hissetmek ve anlatmak için. Zamanımız mı kısa? Tahammül mü edemiyoruz?

Bazı şeylerin benden çalındığına inanmaya başladım. Örneğin umutlu olma ve güzel görme hisleri. Hepimizin yaşadığı birçok sorun var. Olmaya da devam edecek. Bir başkası güzel bir an yaşıyor diye kendimizi suçlamak, âtıl hissetmek neden peki? Hikayeler farklı, yollar bambaşka, eylemler, mücadeleler, verilen savaşlar bambaşka. Neden o hikâyenin çemberinde olmak isteyesin? İçimizde kopup giden bu meraklanma hissinin yerini neden haset aldı? Neden hep ben başrol olmalıyım? Neden hep kendim için iyisini dilerken başkasının ışığından çalmalıyım? Bu on yedi günlük karantina sürecimde kendimden başka, dışarıya doğru ses vermeyi, seslenmeyi öğrendim. Öğreniyorum.

Kötüyü çağırma. İyi düşün iyi olsun. Bırak bu cümleleri. Kaygılanmak, yaşama istediğidir unutma. Her yağmurun, her çatlağın, her fırtınanın sonunda filizlenen ilhamlar olacaktır. Aralık ayını bu güzel kelimeyle uğurlayalım. Sonder. Başka hikayeler, kimlikler ve fragmanlar. Herkesin soundtracki farklı. Herkesin jeneriği başka. İzlemek, dinlemek ve kabul etmek senin elinde.

Keyifli Okumalar diliyorum hepinize. Umarım kendi Sonder anınızı yakalar ve bir anlığına içiniz sıcacık olur.

İlgi Kaynaklar ve bu bölümü sesimden dinlemek isterseniz:

https://www.thedictionaryofobscuresorrows.com/concept/sonder

https://www.instagram.com/dijitalgunlukpodcast/p/DDl-SDXKN-7/?img_index=1

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir