Okuduk. Evren yanımıza geldi. Okuduk, geçmiş şimdileşti. Okuduk, başımız göğe erdi. Yıldızlara çiçek ektik.
Bu sözler Ahmet İnam’a ait. Bir kitabında karşılaşmıştım.
Siz de bıkmadınız mı, okuduğunuz için pişman olmaktan? Çok kitabınız olduğunu gören akrabalardan şu sözleri duymaktan: “Sen şimdi bunların hepsini okudun mu?”
Üniversite tercihleri yapılacağı zaman, kendimi elimde bir tomar kâğıtla metronun önünde otururken hatırlıyorum. Biraz ağlamışım. Gözlerim şiş. Anneme, aileme anlatmam gereken bir sürü şey var. Dünyaya öfkeyle haykırmak istediğim onca şey var. Ama nasıl?
Tamam, yeterince çalışmadım. Çünkü yaşıtlarım test çözerken ben pasajdan film satın alır, eve koşa koşa gelir ve aldığım filmleri izlerdim. Belleville’de Randevu, The Help… Sanatsal filmlerle tanıştığım, kendimi özel hissettiğim zamanlardı.
Bir anı aklımda: Annem evde yorgan dikiyordu. Bize bir yorgan yaparken yanı başımda sessizce oturmuştu. Ben de minicik odamda aldığım filmlerin yönetmenlerini araştırıyordum. Huzurlu hissettiğim anlardan biridir. Lacivert bir kabanım vardı. Saçlarımı Fransız filmlerinde gördüğüm gibi kısacık, küt bir modele kestirmiştim. “Kendimi buldum” dediğim dönemlerdi.
Matematik çözmem gerekiyordu ama anlamıyordum. Belki bir iki soru yaparım diye başına oturduğum her test, adeta bana “Beceriksizsin” diye sesleniyordu. Matematiği neden seveyim ki? İlkokulda öğretmenim, üçüncü sınıfta 33’ü 3’e bölemedim diye bana dayak atmıştı. Evet, eskiden bizi dövüyorlardı.
“Avucunu aç bakayım. Ellerini uzat.”
Ellerimizin en çok kalem tutacağı dönemde, ellerimizi hedef almak…
Ya eğitim gerçekten hep çok mu iyiydi Türkiye’de, yoksa biz iyiymiş gibi nostaljik olumlamalar mı yapıyoruz, bilmiyorum. O yüzden hep nefret ettim matematikten. Bana mantıksız, kavrayamayacağım bir şeymiş gibi hissettirdi. Hep küskün kaldım ona. Araya eli maşalı hocalar, karmaşık denklemler, seviye tespit sınavları girdi.
“Anlamayan varsa söylesin.” derlerdi. Parmak kaldırırdık, “Niye anlamadın?” cevabını alırdık.
Biz gerçekten kötü öğretmenlere denk geldik.
Ama ben okula hiç küsmedim. Evde kavga olsa okula koşardım. Türkçe, edebiyat, resim derslerini heyecanla beklerdim. Çünkü orada bana ait bir şeyler vardı. Yanaklarımın kızarmadığı, ellerimin terlemediği, kekelemediğim bir yere dönüşürdü okul. Sıcak bir kurabiyenin odaya yayılan kokusu gibi…
İlk kitabım Fedor Amca’ydı. Annemle Karanfil’de bir kitapçıya giderdik. Kilo ile kitap satılırdı. Oradan kitap alırdı annem bana. Hepsinden çok Fedor’u sevdim. Fedor, altı yaşında bilge bir çocuk. Konuşan bir kediyle otobüste tanışır ve evden kaçmaya karar verir. Sonrası çılgınlıklarla dolu bir hikâye.
(Fedor’a döneceğim, unutturmayın.)
Ben hiçbir zaman fen, matematik ve pozitif bilimlerde gelecek vadeden bir çocuk olmadım. Aksine, aklı bir karış havada, gökkuşağını izleyen, hayaller kuran, kitap okumayı seven bir öğrenci oldum.
Peki şimdi neden açtım bu konuları? Çünkü bir nesil, günümüzde de çoğu genç gibi, okula gitmekten, eğitimli biri olmaktan çekinir hâlde. Neden çekiniyoruz? Çünkü iş bulamıyoruz, kimlik kaybı yaşıyoruz. “Bu işi o yapabiliyorsa ben neden yapamıyorum?” deyip bir an gaza geliyoruz. Hayatı diploma ile eş değer zannettik ama büyük yanıldık. Bir paşa diyordu ya: “Hanımefendi, hayat pratiktir.”
Aslında mesele, eğitim aldığına pişman olmak değil; hiç eğitim almamış olanların kurduğu bu düzende ayakta kalmaya çalışmak. Onlarla aynı iş yerinde çalışmak. Çünkü çocukken bize öğretilen şey şuydu: “İyi bir öğrenci ol, uslu bir çocuk ol, belki şirinleri görebilirsin.” Ama çıkan hep işçi şirinler oldu. Benim kendi adıma yaşadığım ilk hayal kırıklığı buydu.
Oysa şimdi bakınca, neler kaybettiklerini de düşünmeye başladım. Fakat düzen öyle bir hale geldi ki, eğitimli olmak bilmişlikle, “Seni çok ezerler haa” diye biten tavsiyelere dönüştü. Bu, ne yazık ki uzun bir süre böyle sürecek gibi görünüyor.
İlkokulda, ortaokulda başarılı bir öğrenciydim. Okul hayatım da her zaman iyi gitti. Ta ki liseye kadar. İlk kültür şokunu lisede yaşadım. Bilmediğim, görmediğim hayatların içinde yetişen çocuklara karşı ben… Hayat, öğrendiğim kitaplardan çok farklıydı. Tıpkı yetişkinlikte ve şimdilerde karşıma çıkan farklılıklar gibi.
Sanırım bir nesil böyle kayboldu. Şimdi X kuşağına KPSS çalışanlar, erken evlenenler diyorlar. Peki biz bunu neden kabul ettik? Hayatımızda yolunda gitmeyen her şey için kendimizi suçlamaya başladık. Bir dönem herkes fenomen olmak istedi. Çünkü hepimiz zor şartlarda para kazanıyoruz ve kolay yoldan elde edilen hayatları görünce bocalıyoruz. Torpilli yeğenleri, varlıklı aile mirasını, üst düzey okullarda okumuş ve harika kariyerlere sahip olanları gördükçe üzerimize yapışan boşluk hissi büyüyor.
Hayatımın neredeyse yarısı okulun içinde geçti. Lisede sınıfta kaldım. O dönem, özendiğim hayatı yaşamak ve diğer kızlar tarafından kabul görmek için olmadığım bir kişiliğe büründüm. Bilerek ya da bilmeyerek, belki de ergenliğin zirvesinde, aradığım kimlik ve kişilikle ilgiliydi bu.
Bir gün, çok umutsuz bir biçimde artık okula gitmek istemediğimi anneme söyledim. Çok üzülmüştü. Gözlerinde hayal kırıklığını hissettim. Eski sınıf arkadaşlarımdan ayrılmıştım. Üstelik artık eskisi gibi de değildik. Büyük bir yalnızlık ve depresyonun içindeyken, bir gün biyoloji öğretmenim beni kenara çekti:
“Bana bak, bu okuldan mezun olacakların yarısının üniversite kazanmasına bile gerek yok. Varlıklı ailelerden gelenler zaten bir yerlere gider. Sen ne yapacaksın? Sana annenden babandan ne kalacak?”
Bana ilk gerçeklik tokadını savurmuştu adeta.
Sonraları kendi sınıfıma, arkadaşlarıma alışmaya başladım. Derslerime çalıştım. Ancak bir şey vardı: Ara ara derslerde, ders aralarında çok fazla kitap okumaya başladım. Hayatımda farkındalıkla dolu ilk gedik burada açıldı. Bir öykü yazdım, bunu fark eden öğretmenim beni yarışmaya yönlendirdi. Üçüncü olmuştum o öyküyle. İşte, hayatım başka yöne akıyordu. Kendim gibi olduğum bir yer vardı, biliyordum. Oraya kelimelerle, okulla ve eğitimle gelecektim.
Lise bitti. Lisedeki arkadaşlıklar bir süre daha devam etti, sonra bazıları gibi kendiliğinden sona erdi. Bu sefer üniversite macerası başladı. İlk sene hiçbir yeri kazanamadım. Gazeteci olmak istiyordum. Ama arka planda yapmadığım pek çok şey vardı. Bunları şimdi görüyor ve eleştiriyorum. Mesela düzenli çalışmanın ne demek olduğunu bilmiyordum. Yalnızca çok çalışmanın bir sonuca ulaştıracağına inanmıştım. Oysa hayatta başarılı olmak için düzen, disiplin ve sakinlik gerekir.
İkinci sene tarih bölümünü çok da isteyerek yazmadım. Ama mahalle baskısı mı, yoksa “Sen şimdi ne olacaksın?” sorularından sıkıldığım için mi, bilmiyorum; bir şekilde üniversite kapısı açıldı.
Üniversite hayatımda bambaşka kapılar aralandı. Hiç anlamadığım Osmanlıca ile başım beladaydı. İlk yıllarda derslerim çok kötüydü. Okula gidiyordum ama ne yaptığımı bilmiyordum. Bir gün Erasmus’un Deliliğe Övgü kitabını okurken bir hocam beni gördü. Doktora dersindeki öğrencilerine bu kitabı okuyan var mı diye sormuş. Kimse ses etmemiş. Derse ilgimin olmadığı bir anda hoca birden bana döndü: “Seda, Erasmus’u okuyan bir öğrencim var,” dedi.
İşte sihirli birkaç sözcük… Düşün dünyamı anlayan ve yalnızlık okyanusumda beni fark eden biri vardı. Bunu söyledikten sonra beni odasına çağırdı; çalışmam gerektiğini, başarılı bir öğrenci olacağımı söyledi. Bu umut ve fikir ışığı içimde süzülürken, aynı hoca beni —büte kalmamama rağmen— lisansüstü öğrencilerin yer aldığı okuma atölyesine davet etti. Orada hepimize kâğıttan bir gemi hediye ettiler. Yol açılmıştı işte. Mesele yüzmeye başlamak değil, ayaklarımı suyun içinde küçük küçük çırpmaya başlamaktı.
Sonrasında içimde yükselen bir ivme oluştu. Lisans dönemimde TEGV’de gönüllü oldum. Birçok proje gerçekleştirdik. İlk çocuk oyunumu orada yazdım. İlk çocuk tiyatromu da orada sahneledim. Oyunun adı neydi biliyor musunuz? Fedor Amca.
Bu projeyle, hayatında sahne dahi görmemiş binlerce çocuğa ulaştık. İlham Veren Gönüllüler Projesi kapsamında yaklaşık 500 kişiye karşı elimde mikrofonla bunları anlattım. Sunum bitiminde TEGV yöneticisinin beni tebrik etmesi, bana hiçbir diplomanın veremeyeceği kadar anlamlı bir şeydi. Gönüllü öğretmenlik, kitap projeleri derken akademik hayata geçiş yaptım. Artık daha multidisipliner bir yaşam tarzına alıştım.
Görmediğim kentleri gezmeye başladım. Tanımadığım hocalarla tanıştım. İlkokulda elleri terleyen Seda, artık konuşma yapıyordu. Ders anlatıyordu. Bunları kendimi övmek için anlatmıyorum. Hayatımda bana bir fırsat olarak sunulan eğitimi, tıpkı bir tohum gibi hayatımın her yanına serpiştirmeyi öğrendim ben. Kapılar başka kapıları açtı. Başka işlerde çalıştım, ayrıldım, üzüldüm, kızdım. Ama hepsi birer deneyimdi. Hepsi, olması gereken kişilik basamaklarımın birer parçasıydı.
Şimdi durumlar biraz farklı, biliyorum. Dün bir akademisyen ve bir doktorant arkadaşımla konuşurken bu yayını hazırlama fikri doğdu. Üçümüz de kendi alanlarında tutkulu insanlardık. Bir ara hepimiz okuduğumuz güne lanet ettik. Sonra biraz rakı içildi, biraz siyaset, biraz dertleşme… Gün bitti.
Bugün olduğum kişiliğin ve gelişmekte olan kimliğin bir kısmını okulda öğrendim ben. Şansıma, hep ilham veren öğretmenlerim oldu. Bana Kafka’yı ve Wilhelm Reich’in kitaplarını hediye eden öğretmenlerim… Derdimi dinleyen, yol gösteren, zaman zaman sert önerilerle beni kendime getiren insanlar oldu hayatımda.
Ama şunu da söylemeliyim: Ben de çabaladım bunun için. Siz de çabalıyorsunuz, biliyorum. O yüzden, “Niye okuyorsunuz yeğenim?” diyen kelli felli cahillere asla sessiz kalmayın. Onların göremediği şeyleri onlara nasıl anlatabiliriz ki?
Tamam, sen paranı kazanmışsın. Ben de kazanıyorum. Seninle aynı yolda değilim. Aynı şeyleri düşünmüyoruz. Bir dönem gerçekten üniversite eğitimi almak, eğitim almak, alt sınıf ailelerin çocukları için bir şanstı. Maalesef şu an onu da elimizden almaya çalışıyorlar.
Peki, ben nasıl başa çıkıyorum? Çünkü artık “okullu olmak” ya da “diploma sahibi olmak” gözlüğüyle bakmıyorum bu sürece. Eğitim, bana göre yaşam boyu süren bir iç gözlem, disiplin ve üretkenlik döngüsüdür. Boş zamanını ister kitap okuyarak, ister film izleyerek, ister bomboş oturarak geçir. Önemli olan, geleceğe doğru attığın adımların sana ne kazandırdığıdır.
Herkes içinde bir okul taşır. Kimi sessizdir, kimi çekingen. Kimi duvarlarına çiçekler, kelebekler çizer. Herkes kendi yolculuğunda muhakkak bir ders öğrenir. Başkalarının başarı puanlarına bakarak ilerlersen yolda kalırsın.
Genellemeler önemli midir? Okula ilk başladığın günü hatırlıyor musun? Biraz korkmuş, çokça heyecanlı… Ailenden koptuğun, annenin ya da babanın elini bıraktığın o ilk gün…
Her kahraman, kendi serüvenine yalnız başlar. Unutma bunu.
Sana köstek olan kim varsa hiçbirini dinleme. Mantıklı, makul ve seni mutlu eden yuvanı bulmalısın. Hababam Sınıfı’nda çok klişe bir replik vardı: “Okul her yerdir.” Gerçekten öyle. Hayatta öğrenmek için dört duvara ihtiyacın yok. Bir transkript yığınına da ihtiyacın yok. Merak ettiğin ve başarılı olacağına inandığın hayallere sığınmak seni zayıf yapmaz. Aksine, inandığın yolda yürümeyi seçtiğin için seni biricik kılar.
Bu bölümü podcast olarak dinlemek isterseniz: