Invita Minerva ve Çalınan İlham

Eskiçağlardan bu yana gelen bir iç sıkıntı düşünün. Hepimizde var olan, ancak karşılaşmaktan korktuğumuz bir dikkat eksikliğinin kırıntıları arasında yaşayıp gidiyoruz. Nereye bakmak, nereye varmak ister insan? Yolun kendisi, yoldan daha kıymetlidir ancak bunu anlamak için çok fazla kanlı savaş, çok fazla gözyaşı dökmek gerekir. Komün bir direniş gücünü bırakalı yıllar oldu? Sanayi devrimi sonrası, bizden “Çalınan” çok fazla şey var. Hür hissetmek örneğin. Aramak ve ararken hiçbir şey bulamamak. İlkel diye bir kelime var hayatımızda artık. Üstelik ilk eylemlerini bizim attığımız, sonra da geleneksel alışkanlıklar diye buruşturup bir kenara attığımız, inançlarımız, kolaylıklarımız, masallarımız, zamanı kullanma ve onu özgür kılma becerimiz, basit iş bölümlerimiz, yetinebildiğimiz kültürel ögelerimiz, “izm’ler” olmadan daha basit, belki daha zor, ama doğayla uyumlu, onu öfkelendirmeyecek direnişlerimiz vardı. Bir zamanlar… Oysa şimdi küçük ekranlardan sonsuz kaydırma becerimizle, birbirimizin asla gerçek olmayan hayatlarını yorumluyor, bu Postmodern masallara inanmaya başlıyoruz üstelik. Uzun zamandır benden çalınan bir şeyi aramak için yola koyuldum. Dikkatimi, anlamlandırma sürecimi alıp götüren büyük bir iş pazarına dönüşmüş sosyal medya ile mücadelem başladı. Bütün olay, son bir iki aydır zihnimin ara ara benden bağlantılarını kopardığı ve kendimi berbat hissettiğim anların yarattığı şok etkisiyle uğraşıyordum. Yaptığım bütün işler yarım kalmaya başladı. Yatağımı toplamak, evi temizlemek şöyle dursun, yemek yapmak için bile hevesim kalmıyordu. Geleceğime dair yapmak istediğim bir sürü plan, proje arasında Nirvana beşiğinde sallanır gibi sallanıyordum. Bu küçük, depresif ruh halleri giderek büyümeye başladı ve yine engizisyon mahkemesini kurmaya karar verdim. Konunun ana özü benim çok fazla şey yapmak istemem fakat bir türlü odaklanamamam. Bütün geçmiş yaşantımı masaya yatırıp, kendimi suçlamaya başlamıştım.

Bir ses var. Ama sadece benim duyabildiğim, üstelik kulağıma fısıldamadan, durmadan sessiz çığlıklar atan bir ses. Uyuduğumda uyandığımda, beni çağıran bir ses. Durduğum yerin yanlış olduğunu, bu insanların bana uygun olmadığını, bir yolun var olduğunu ancak bu küçük tepeciği keşfetmem için yola çıkmam gerektiğini söyleyen, adeta beynimin içine giren ve onun nöron ayarlarıyla oynayan bir ses. Luna Lovegood’ın Hımhımları gibi bir şey. Görünmeyen bir ses var. Bir bedeni yok. Bir şekli yok. Sadece bir çağrısı var. Sesleniyor ve kayboluyor. Bir şeyler yapmaya başladığımda Hımhım gölgesi yeniden beliriyor.

Sonunda o kitabı okumaya başlıyorum. Johann Hari’den Çalınan Dikkat. Vaftiz oğlunun büyük odaklanma sorunları yaşadığı bunalımlı bir dönemde onu çocukken çok sevdiği Elvis Presley’in -Graceland -evine götürdüğünde başlıyor Hari’nin arkhe’si. Araştırmacı yazar Hari, Uzun zamandır kendisinde de bir odaklanma problemi var aslında. Vaftiz oğluyla burada gezerken evi ziyarete gelen bütün turistlerin ellerindeki tablete dikkat çekiyor. Hepsi, evi çıplak gözleriyle görmek varken, tabletlerden izliyorlardı diyor Hari.. ve işte bir ses duyuyor. Neden odaklanamadığımızı yazmak için yola çıkacağım. Harii, ilk olarak deniz kenarı küçük bir kasabaya sosyal medya detoksu uygulayarak girmek istiyor. İnternete girmeyen bir dizüstü bilgisayar, akıllı olmayan bir telefon ve okumak istediği kitaplar ile üç ay… Hepimiz bunu yapmak istiyoruz değil mi? Oysa zihin taşınabilir bir bellek ve onu doğru programlamadıkça eğitemezsiniz. Bu bir gerçek! Zihin mekanik bir olgu mu? Yoksa duyguları olan ilkel bir araç mı? Harii, ilk iki hafta bir şeylerin farkına varıyor. Sürekli e-maillerini kontrol etmek ve sosyal medyaya bakma hissi. İşte hepimizin hapishanesi. Kendimizi kapattığımız bu yapay dünyanın büyük bir sektör olmasına sebep veriyoruz. Harii, ilk başta odaklanma becerimizin yalnızca bizden kaynakladığını, sorunun bireysel bir mücadele ile aşabileceğini düşünürken, küçük göldeki büyük balık olduğumuzu anlıyor. Odaklanma becerimiz büyük bir sürecin içerisinde, medya şirketleri, teknoloji vadilerinde sürekli ama sürekli bir uyarıcı ile tetikleniyor. Odaklanma sürecimizin azaldığı, daha fazla iş yükü ve mesaiye sahip olduğumuz, kötü beslendiğimiz, doğaya ayak basmadığımız, iyi uyuyamadığımız, eğitim sistemimizin ve DEHB belasının ritalinle çözüm bulduğu koca bir sektörden bahsediyor. Hemen hemen bütün ülkelerde bu alanda uzmanlaşmış kişilerle görüşüyor ve sonuç biraz hüsran. Kültürel bir devrim bu. Adorno’nun biraz katı versiyonu gibi düşünün bu süreci. Kendimize yabancılaştığımız, başka vizyonların içinde yüzmek gibi bir durum. Burada kitabı uzun uzun anlatmayacağım fakat bana en büyük katkısının “Aradığım o sesin” sahibini bulmamı sağladığını söylemek istiyorum.

Bir huzur vahası olacak. Başka türlü yaşamanın örneği olacak. Kapkek yiyip tanımadığım insanlarla birlikte gülüyordum. Kendimi hafiflemiş ve özgür hissediyordum. (Çalınan Dikkat, s.51)

Çocukken oynadığım bir oyuna geri dönme kararı aldım. Çok istediğim bir şey için Tanrı’ya, doğaya ve bazen rüzgara bunu söyleyecektim. Onlarda bana eğer bu benim için uygunsa yanıt vereceklerdi. Bu oyun şöyleydi. Bir bisikletim olsun istiyorum. Bir kitabı okumak istiyorum. Matematik sınavından geçer not almak istiyorum. Bu sihirli cümleleri söylediğim an bir şey olması gerekiyordu. Bir yaprak yukarıdan dans edercesine burnuma konuyor, Bisiklet sözcüğünden sonra yanımdan bisikletli bir kişi geçiyordu. Matematik için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Matematik daima devinimi ve mantığı seviyordu. Aslında aradığım şey tam olarak, nesnenin bana gelmesi veya benim ona gitmem değildi. Bunu yapabilecek cesareti ve hareketi elde etmek istiyordum ben. Sonucu ne olursa olsun, yolun kendisine gitmek için bir sese, görüntüye ve sihirli bir şeylere ihtiyacım vardı. O ses ne olabillirdi?

Joseph Campbell’in Monomit kavramı aradığım sorulara cevap niteliğindeydi. Campbell bütün mitolojik öykülerde kahramanın erginlenme sürecine, yani kahramanın sonsuz yolcuğu sırasında geçirdiği evrelere değinmiştir. Bütün mitolojik öykülerde insanın bir yolculuğu olduğunu ve bunun on iki aşamasından bahsetmiştir. İlk olarak, kahramanımız normal bir şekilde Sıradan Dünya adını verdiğimiz, her zamanki yaşamında gündelik hayatını yaşamaktadır. Ancak yukarıda bahsettiğim bir huzursuzluk ve arayış içerisindedir. Bir ses onu çağırır. Konfor alanını terk eder ve sese yanıt verir. Bu ikinci safha, Maceraya Çağrı adını verdiğimiz, çoğunlukla dışarıdan gelen bir ses veya bazen kahramanın kendi içinden gelen bir adım atma, hareketlenme dönemidir. Macerayı Reddetme, bu hepimizin takılıp kaldığı ve adına modern olmak dediğimiz döngüdür işte. Kahraman, maceraya atılmaktan korkar ve çağrıyı reddeder. Dördüncü aşama, benim bazen tanıştığım bazen de tanıştığımı zannettiğim ama hayatıma muhakkak katkısı olan insanları tanıdığım evredir. Kahraman, sonunda akıl hocasıyla mentoru ile tanışır. Bu aşama çok önemli. Akıl hocanız size belirli bir eğitim, tavsiye ve yolculuğa çıkmak için gerekli her şeyi verecektir. (Eğer onunla tanıştıysanız çok şanslısınız.) Eşiği atlama, İşte bu sahneyi gözünüzde canlandırın. Bilbo Baggins’in evden çıkmak istediği, ikilemde kaldığı, ancak maceraya atılırken adımı attığı o ilk eşik, hikayenin başladığı “o ” an, gelip çatmıştır. Artık eşiği geçmişsinizdir ve bütün korkular, olasılıklar, hatta ölme riskinizi de heybenize atıp devam etmeniz gerekir. Bir sonraki aşama sizi test edecek süreç, karşılaştığınız dostlar, kötü düşmanlar işte artık hikayenin akışındasınızdır. Bir yolun içerisinde her şey güzelliklerle gitmez, Büyük Sorunla karşılarsınız ve artık bu hikayenin gidişatını belirler. Bu hepimizin hayatından “Off ne günlerdi” dediğimiz bölümdür işte. Bu düğüm çözüldükten sonra sıkıntılar bitecek sanırız, ama hayır. Büyük Değişim ve Çile zamanları başlar. Korktuğunuz ne varsa karşınıza çıkar ve çıkacaktır. Ölümle burun buruna geldiğimiz bir yerdir burası. Ölüyor gibi olma hissi de içindedir. Kahraman bir şekilde o bataklıktan çıkar ve Ödül -Ceza’nın başladığı evre açılır. Sorunlardan kurtuluruz. Johann Hari’nin kitapta Gevşeme bulutu dediği yerdeyiz artık. Geri dönmeye karar veririz. Akışı öğrenmiş ve nehirde olmaktan keyif alıyoruzdur belki de. Vee Doruk Noktası. Hikaye boyunca yaşadığımız tüm süreçten sonra artık farklı biriyizdir. En büyük sınavı veririz. Hepimizin yaşadığı, yaşayacağı ve zaman zaman geri döneceği o zirve işte. Sonunda Dönüş sağlanır. Kahraman bu yolculuktan ne öğrendiyse sıradan dünyasına devam eder.

İşte böyle bir yolculuğun içinde olmayı tercih etmek de bize kalmıştır. Yolculuğa cevap vermeyenleri, reddedenleri düşünün? Hayatınızda kimler var böyle? Bir fırsatı kaçırmış, bir insanı tanımayı reddetmiş, bir hayalin peşinden gitmemiş? Hepimizin içinde kabuk bağlayamayan yaralar vardır. Duyduğumuz sesler, korktuğumuz gölgeler. İçimizde oluşan boşluk ve onu kabul etmeye hazır rasyonel bir hayat düşünün. Başınızı okşamayacak, sizi sürekli sevmeyecek bir boşluk. Zirvenin güzelliğini görmek için, bataklığı geçmek zorundasınız! Aradığınız ilham, sizden çalınan dikkat, sizi atıl bırakan bir sistem. İçindesiniz, ancak bir şeyler yapmak zorundasınız. Eve dönmek güzeldir. Eşyalar, nesneler, hatta odanın boşluğunda süzülen huzur bile aynı kalır. Değişen siz olursunuz.

Gelelim benim oyun teorime. Antik Roma’da bir işi yapmak istemeyen, isteksiz olan, sanatta ve edebiyatta ilham arayan insanların yaptığı bir ritüel varmış. Cicero, Horatius şiirlerinde bu durumdan sürekli bahsetmiş. Eğer ilham arıyorsan şu sihirli sözleri söylemen gerekiyor:

Invita Minerva

Tanrıça Minerva, Roma mitolojisinde hikmet, akıl, sanat, savaş, okul ve ticaret tanrıçasıdır. Esasında bir Etrüsk Tanrıçası olan Minerva, şiirin, el sanatlarının kısaca sanatın tanrıçasıdır. Onun bilgeliğini temsil eden ve bilgisini taşıyan baykuşudur. Antik Roma’da bu sözleri söylediğinizde, Minerva’nın eğer isterse size yardıma geleceği inancı yer almış. Belki de Minerva çocuklara daha çok yardım ediyordur.

Sevgilerimle.

Keyifli Okumalar.

Sonya…

Not: Bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü. Tanıdığım bütün mücadeleci kadınların günü. Ancak mücadele edecek gücü bulamayan, o eşiği geçmek isteyen kadınların da sesi olmamız lazım. Bütün kadınlar, canım kadınlar, kız neşesini içinde yaşayan kadınlar, hepimizin günü kutlu olsun.

Bu yazıda bana eşlik edenler:

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir