Uzun soluklu bir macera, asla cevaplanmak istemeyen bir soru, kaçış, bir okul gibi bazen gitmek istemezsin. Terk edebilme şansın vardır. Yuva. Eski Türkçe ‘de uya kökeninden “yuvarlamak, top yapmak ” anlamına gelir. Genel de kuş yuvası anlamına gelen bu kelime, taşınabilir, göç edebilir. Mekân ve zaman içerisinde şekil değiştirebilir. O halde yuva ve ev kelimesi aynı mıdır? Ev, çevrili yer, sınırları belirli, tanımlanmış ve bir kurallar bütünü. Mekânsal hislerin insan yaşamına daima bir etkisi olduğunu biliyor musunuz? Ten ve Taş kitabını okurken bu kavramı yeni öğrenmiştim. Şehir iç içe yaşamın, tenin, fiziksel yakınlaşmanın sonucunda oluşur. Hatta girişte şöyle bir söz vardır: ” Bir şehir farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir şehir meydana getiremezler” Aristoteles, Politika.
Peki ya ev? Ev de farklı tür insanların, birbirine asla benzemeyenlerin oluşturduğu bir topluluk mudur? Ev fikri üzerine düşünmemi sağlayan birkaç film ve kitap önerisiyle başlamak istiyorum. İlki, hadi yeniden soluklan bir Toskana havası al diye yeniden izlediğim Under The Tuscan Sun filmi. Klasik Amerikan edebiyatında karşımıza çıkan “kendini arayan bir yazar bir gün İtalya” tatiline çıkar ve orada gördüğü eski yıkık dökük bir evi satın almaya karar verir. Böylelikle karakterimiz orada tanıştığı ve “local” özelliklerle donatılmış karakterlerin ilhamı ve hissi doğrultusunda kendi yaşamını kurmaya çalışır. Bir diğer esin kaynağım arada açıp açıp okumaya kıyamadığım Richard Sennet’in Ten ve Taş -Batı Uygarlığında Beden ve Şehir adlı kitabı .Son olarak ise Tanrılar Seyahat eder mi ? Tanrılar’da mı bizim gibi göçer diye meraklandığım iki eski çağ öğrencisinin araştırmaları sonucu oluşan “Tanrıların Seyahati” adlı kitap. İnsan bir yeri, bir kişiyi arıyorsa ve sürekli bahsettiğim bir şey yapma arzusu içinde hareket ediyorsa sonunda gideceği, yerleşeceği, sükûnetle ayakta kalacağı yeri seçme özgürlüğünde midir?
The House Protects the Dreamer Ev Hayalperesti Korur!
Öyle midir gerçekten? Hadi gelin biraz antikçağın seyahat eden tanrılarına ve mitlerine göz atalım. Günümüz insanı çağın felaketlerini yaşarken antikite insanları bununla nasıl başa çıkıyorlardı? Evlerinde, yurtlarında ve topraklarında huzursuz hissettiklerinde ne yaparlardı? Onları koruyacak olan Tanrı, Frances’in dediği gibi evin koruyucusu nasıl birden ortaya çıkardı? Eskiçağlar ‘da bir şehrin kuruluşu muhakkak bir mitolojik altyapıya dayanır. Şehri merkezden koruyan bir Tanrı ve kutsal “relik” olan bir imge bazen bu yükü üstüne alır. İktidar ve ticaret usullerinin insanlar ve tanrılar arasındaki ilişkiyi nasıl şekillendirdiğini anlamak adına harika hikayelerdir bunlar aslında. “Yunanlılar ve Fenikeliler MÖ ilk bin yıldan itibaren kaynak, toprak ve pazar arayışı içinde Akdeniz’de dolaşmış, hak iddialarına dayanak bulmak ve yerli halkla ilişki kurmak amacıyla, yer değiştiren tanrılara ilişkin ortak bir imgelemden yararlanmıştır” ( Corinne Bonnet- Laurent Bricault Tanrıların Seyahati, s.11)
Yani ne demek istiyorsun diyenler için. Hannibal ile savaşan ve artık yenilmek istemeyen Roma senatosunun Kibele’yi sarıp sarmalayıp Roma’ya götürmesinden bahsediyorum. Öyle uzun bir yolculuk ki bunlar. Korkan ve kaygı duyan bütün toplumların, bireylerin yaptığı ilk şey bir koruyucuya sığınmak ve onu kendine evine davet etmek. Tanıdık geliyor mu? Huzursuz ve arayışta olduğun tüm zamanları düşün. Kaçtın mı? Yoksa birilerini kendi yuvana mı davet ettin? İyileşmek için, sorunun cevabına ulaşmak için ne kadar çok seyahat ediyoruz. Zamansal bir düzlemin içinde veya dışında, Tanrı Melkart’ın Sur kentini kurması ve sonradan onu cezalandırması gibi, kendi evimizi, hayallerimizi, gideceğimiz yolları bile yargılıyoruz. Evinde hissetmeyi, sürekli bir tekrar ve oturmuşluk olarak tanımlayan evcil yanımız nasıl da özlem duyuyor denizleri aşmayı, yeni yerler görmeyi, bedene ve taşa dokunmayı. Biliyoruz ki kendimize ait sandığımız bu yerin bambaşka insanlarla renklenebileceğini, o yelkeni açarsak bir daha aynı kişi olmayacağımızı, Neyzen gibi limon almaya giderken, Evliya Çelebi gibi bir meraklanma arkhe’si ile yeni bir hayatın başlayabileceğini biliyoruz.
Hadi biraz temellendirelim bu arkhe’yi ve filmde Frances’in ev hayalperesti korur dediği o imgeye bakalım. Latince reliquiae “geri kalan, kalıntı anlamına gelen kelime, esasında Hıristiyanlıkta aziz ve azizelerin kutsal eşyaları, onlardan kalan kalıntıların kutsal sayılması anlamına gelir. Daha eski çağlarda “Aphidryma” ise bir kültün yeniden üretilmesi ve başka bir yere aktarılmasını sağlayan imge olarak adlandırılır. Bu bir tanrıça heykeli, kutsal bir eşya veya herhangi bir nesne de olabilir. Kutsal sayılan uzağı yakınlaştırma inanç ritüeli, Tanrıça başka yerlerde olduğu gibi burada da olabilir. Yani Anadolu’dan Galya’ya taşınan bir tanrıçaya İtalya’da dua eden köle de imparator da aynı hisse bürünür. Uzağı yakına taşıma, güvende hissetme, somut olana dokunma, istediği an gidebileceği bir sığınak, bir anne özlemi gibi onu kucaklayan, onu koruyan, yeri geldiğinde bir anne gibi hırçın ve ders veren birine dönüşür. Evin kendisi bir koruyucu mudur peki?
Sizin ev diye tanımladığınız, nesnelerin birikimi, geçmiş anıların yaşandığı, bir komün algısı mıdır? Yoksa ev gerçekten bir yer değil, bir his midir? Yoksa ev devamlı göç eden, yeni arkhe’lerin oluştuğu, meraklandıran, hem içerde kalabalık hem de yapayalnız hissettiğimiz bir kutsal merkez midir? Ev, bir öğrenme merkezi olabilir mi? Yıkabilir, güçlenebilir ve zaman zaman mimarinin kendisi gibi sabit kalırsınız. Arada şekil değiştirir, yara alır ve tamirat işleri ile uğraşırsınız. Ev, hiçbir zaman bitmeyen bir tadilat gibidir. Onunla yaşamayı, dengede kalmayı, kendinizi onarmayı, doğaya direnmeyi ve kimi zaman onunla barışmaya çalışırsınız. Bazen bu his kaybolur. Yuva , huzursuzlaşır. Tıpkı Hannibal karşısında ürkek hisseden Roma senatosu gibi uzaklardan birini çağırmak isterseniz.
Bütünleşmek diyorum ben buna. Tüm bu akademik altyapıların dışında insanın taşa verdiği şeklin bir bütünleşme hali. Enerjinin yani bedenin ısısı ile çevre ile uyumlanma, ona benzeme, onun gibi giyinme, onun gibi düşünme, onun rüzgarında o iklimin şarkısını dinlenme. Hatırlıyor musun? Tanıdık geliyor mu? Yer değiştirdiğin bütün yolculuklarını, manzaralarını ve özlem duyduğun tüm o hisleri düşün? Bir an olsun burada yaşamak istedin, burada yürüdüğün yolları, evini düşündün.
Kendimi bir kadırganın içinde Roma’ya veya Galya’ya gitmek üzere olan Kibele ve Efes’in Artemis’i gibi hissediyorum. Hayatın bu belirsiz ve derin sularında kocaman bir umut taşıyan aslında taş bir bedenin ağırlığının verdiği hüzün ve yeniliğin kıvılcımlarını hissediyorum. Gideceğim yollar belirsiz, nefes alacağım topraklar başka, belki çok sevileceğim. Yeniden dirileceğim, ya da nefret edeceğim. Hem kendimden, hem geldiğim bu yuvadan. O zaman diyorum evim neresi olur? Evim neresidir? Aklıma aniden on altı yaşımda okuduğum Sussanna Tamaro’nun o sözü geliyor. Ruhun merkezi, yüreğindir. Yani evin merkezi, Yunan agorası gibi insanın merkezi de duygularıdır. O merkeze en yakın evi oluşturmak beceri işidir işte. Ya çeşitlenir ve görmeye başlarsın. Yunanca theatron “görme yeri” anlamına gelir. Başka bir zaman ve başka bir yere ait bir hikayeyi bugün izleyebilirsin. Böyle bir seyir alanı oluşturursan kendine belki de eve ihtiyaç duymazsın.
Kulaklarını açmaya, yeniden görmeye başla. Kendini dalgalar eşliğinde yeni bir hayata yelken açan Kibele gibi düşün. Ait olmadığın yere belki de çok uzak sayılmazsın. Hadrianus’un bir şiiri ile bitirelim:
Ey uçucu, belirsiz ruh
Bu toprağın dostu, yoldaşı
Uzaklardaki hangi bilinmez ülkeye doğru
Açacaksın kanatlarını şimdi?
Keyifli okumalar
Sonya.
Bu yazıyı yazarken bana eşlik edenler:
Kitaplar için bkz.