“İhtişamı bilip, naifliğini koruyan, dünyanın vadisi gibi olur. Dünyanın vadisi gibi olanın daimî erdemi kafi olur. Sadeliğe geri döner. Sadelik, parçalara bölündüğünde çeşitli varlıklar oluşur.” Bu sözlerin sahibi Taozmin kurucusu Laozi’ye ait. Yol ve Erdem olarak anlatmış Laozi hayatın gidişatını. Ben de uzun zamandır düşünüyorum. Daha sade daha basit yaşanabilir mi hayat? Bu sorunun cevabı için sosyal medya videolarına bakacak olursanız daha çok tetiklenirsiniz. Çünkü orda her zaman bir şeyler alman gerektiğini söylerler. Aynı kalıp elbiseler, aynı kıyafetler, evindeki çiçeğine kadar benzer olmak ister insan bir başkasıyla. Belki de o başkası, olmak istediği kişiye benzer. Oysa bedenler farklı, dünyalar farklıdır. Ama yine de insan kendine, özüne dönmek varken hep ekranlardan takip eder kim olmak istediğini? Neden bir başkasının hayatının ana teması bizim hikayemizin de merkezi olmak zorundadır? Yaşanan deneyimler farklı, hissedilen duygular bile birbirine benzemezken neden bir başkası gelip hayatından rol çalar?
Geçtiğimiz günlerde taşındığımı söylemiştim. Oldukça yorucu ve zorlayıcı bir yer değişimdi bu. Mesele eşyaları toplamak, kaldırmak değildi? Bir hafta, bir ay gibi bir sürede her şey yeniden aynı olabilirdi. Ama bana kendimi kötü hissettiren şey o eşyaların verdiği yüktü. Garip, duygusal bir ağırlıktı hissettiğim. Hayatımda olmayan insanların verdiği eşyalar, bir kez aldığım ama asla kullanmadığım eşyalar, misafirler için alınıp kendime hak görmediğim tabaklar, havlular, okuma sınırıma geldiğim halde aldığım ama okumadığım kitaplar vardı. Hepsiyle yüzleştim. Bu nesnelerin verdiği ağır his, geçmişte yaşadığım anıların yoğunluğu muydu bilmiyorum. Bu şekilde yaşamak istemiyorum dedim kendime. Fazla olan şeyleri toplayamıyorum hayatımda. Fazla insan, fazla duygular, fazla iş yükü, fazla ev işi yükü, fazla dizi izlemek, fazla makyaj ve dahası. İstemiyorum. Kalbime, ruhuma iyi gelmiyor. Aklıma yine dedemle geçirdiğim zamanlar geldi. Dedemin bir traş seti vardı. Çok eski, bir tavla tahtası gibi düşünün. Her gün onunla traş olurdu. Bende hayranlıkla onu izlerdim. Güneşin batışı ile birlikte dedem de sakallarından arınırdı. Sonra elini yüzünü yıkayıp her gün giydiği aynı kıyafetlerini giyer ve günün bitmesine izin verirdi? Biz acaba günün bitmesine izin veriyor muyuz yoksa gerçekten her şeyi yapmalıyım algısı ile günü gerçekten öldürüyor muyuz?
Taşınmadan önce Taozim ile ilgili metinler, araştırmalar yapıyordum. Hayatı bir yerden yakalamaya çalışıyorum işte. Bunun için yıllardır tarih okuyorum. Bulamadığım, özümseyemediğim bazı anlar var. Onlara bir cevap bulmam lazımdı. Bir bambu yığınına yazılmış ve seksen bir maddeye ayrılmış olan Laozi’nin Yol ve Erdem’i ile karşılaştım. Kutsal iradenin yok sayıldığı, merkezde bir yaratıcının olduğu Dao var. Boşluk ve yokluk içinde olan Dao, varlığı insanı yani yaratma eyleminde müdahale de bulunur. Tüm varlıklar onun yarattığı düzende var olur. Dao onların gelişmesine katkı sağlar. Bir düzen vardır ortada ve buna engel olursanız akış bozulur. Dao’nun sizi gönderdiği düzende kaybolur ve kendinizi bulmaya çalışırsınız. Gereksiz bilgi ve aşırı isteklerden sıyrılmak gerekir. Düzene yaptığınız müdahale karmaşaya sebep olur. Bir enerji de vardır bu dünyada. Onun bilgisine ulaşmanın yolu, yarattığı evren ve varlığı takip etmektir. İşte bu genel tanımları okurken ilk başta deli saçması gelen bu doğa kanuna kim uyar Allah aşkına dedim. Böylesine ütopik bir hareketsizlik hiçbir insanın doğasına uymaz dedim . Bana çok Polyannavari bir hava verirken, aklıma dedem geldi. Dur bir dakika ya dedem tam olarak da böyle biriydi. Hayatı boyunca çiftçi oldu. Bu dünyaya veda ederken dahi hastalığı uğraşı olduğu doğadan geldi. Hem yaşı hem de maruz kaldığı tarım ilaçları onu zayıf düşürmüştü.
Dedemin nereden geldiğini hangi topraklarda kök saldığını bulamadım. Onda her zaman biraz Anadolu dervişliği, Acemlik görürdüm. Kalın kavisli kaşları gergin bir yüz ifadesi verirken, içi yumuşacık bir Anadolu insanıydı işte. Yöresinin ağzını iyi konuşan, ömrü tarlalarda ve bahçede geçmiş mikro bir çiftçi. Ruhu şad olsun. Benim her zaman kalbimde filizlenen bir insan olarak kalacak.
Dedemim ömrü tarlalarda, ekin ekerek geçmiş. Yörük olan nenemin masmavi gözleriyle bir aile kurmuşlar. Zor bir hayat. Pastoralya diyarı diyorum ben onların yuvasına. Her sabah beşte kalkardık. Dedem akşamdan hazırladığı sobanın içini düzenleyip yakardı. Anneannem beni yumurta toplamaya gönderirdi. Kiremit rengi evimizin ahşap merdivenlerinden hızla inerdim. Tavuğun bir tanesi merdivenin dibinde duran dedemin kara lastikli ayakkabısına yumurtlardı. Benim için de çok kolay olurdu bu küçük zorlu görev. Sonra içtiğim sütü hatırlıyorum. Sıcacık, biraz böyle kötü de kokardı ama üstündeki kaymağı yedirirdi nenem bana. Şifa olsun diye. Üçümüzün her sabah kahvaltısı aynıydı. Yumurta, süt, peynir, bahçeden topladığımız domates, biber. Dedem eğilemediği için bir iskemlenin tepesinde otururdu ve çayı daima sıcacık içerdi. Bazen onun bir süper kahraman olduğuna inanıyordum. Benim için hala öyledir. Ritüelimiz belliydi. Dedem bahçe işlerini yapmak için eyleme geçerdi. Bazı zamanlar onunla gelip gelmek istemediğimi sorardı. Bazı günler anneannemle yoğurt yapar, süt sağardık. Bazı günler köy ahalisine de yoğurt sattığımız için ben o yoğurtların hem kaplarını (biz ona helke de deriz) hem de paralarını toplamaya giderdim. Yalnız nenem benim emanet çocuk olduğumu her defasında bildiği için tanıdık ve güvenilir evlere gönderirdi. Bazı günlerimin çoğu dedemle bahçede geçerdi. Bana hikayeler anlatırdı. Espri yapardı. Ellerimizi bir nehir kenarında yıkardık. Hiç kızmadı dedem bana. Hiç ama. Onda hayran olduğum bir bilgelik vardı. Sanki daha önceden bildiği bir dünya düzenini iç yaşamına kabul buyurmuş ve sorgulamamıştı. Dedem bu dünyadan sorgulamadan gitti belki de.
Söz çoğaldıkça tükeniş artar der Taoizm. Dedem de az konuşur, iş yapardı. Yalnızca haberleri izlerken bazen küfür ederdi. Ecevit’i çok severdi. Politik bir yanı vardı. Aşırıya kaçma der Laozi. O asla aşırıya kaçmadı. İki şapkası vardı. Biri her gün taktığı, diğeri çarşıya, büyük şehre giderken giydiği yeni şapkası. O her zaman bu ikili dünyaya ölçülü yaklaşmıştı. Kalbin sükunetini korumanın önemine değinir Taoizm. Dedem her zaman içinden konuşur, düşünür, maksatsız eylemlere girişmezdi.
Taozmin yedinci bölümünde Gök engin, yer uçsuz bucaksız. Onlar kendileri için var olmadıklarından böyle engin, sınırsız ve ölümsüz olabilmişler der. Bir gün karanfil çiçeğimle oyun oynarken dedem tandır ve küçük kuzuluk dediğimiz yerin çatısına çıktı. Çıplak ayakkabıları ile çatıyı düzeltiyordu. O kadar korktum ki. Ama bir o kadar da özendim onun bu korkusuz tavrına. Dedeeee düşersin dedim. Düşmem kızım korkma dedi. Düşersen ölürsün dedim. Ölsem ne olur ki dedi. Ölüm bir kavuşmadır. Sonraki günler bana Allah ölümü neden insanlara vermiştir dedi. Ben de neden ki dedim. Ölüm ilk önce dağlara verilmiş. Hepsi bir anda bağırmaya, bu acıyı katlanamadıklarını anlatmışlar Tanrıya. Sonra hayvanlara vermiş. Onlar da bir şekilde yasını tutmuşlar. Sonra insanlığa vermiş. Kimi ağlıyor, kimi gülüyor demiş Tanrı. Ve böylelikle ölüm bize verilmiş.
Dedem yaşam ve ölüm arasında bir ayrım olmadığını, ikisinin de bu düzlemde aynı olduğunu ifade ederdi her defasında. Şimdi düşünüyorum hayatında Ankara ve birkaç büyük şehir dışında bir yere gitmemiş, okuması yazması çok güç olan bu adamın tüm bunları nereden öğrendiklerini merak ediyorum. İçerde, ruhunda ve doğduğu bu başak sarısı arazinin ona fısıldadığı neydi? Her zaman yapacak işleri olan, yüzünde otorite kalbinde bir bulut taşıyan dedem bu dünyaya veda etti. Veda ederken yanında yoktum. Hayatının son zamanlarında da. Belki de o ailede böylesine büyük bir etkiyi yalnızca bana bıraktı. Her sabah, her gün aynı sadelikle yaşadı hayatını. Çalıştı, düzene inandı, üretti, tüketti ve yeniden çalıştı. Gerçek ten rengi neydi diyorum bazen? Güneşte kavrulan tenine hiç güneş kremi sürmedi. Hiç parfüm sıkmadı mesela dedem. Fazlasını istemedi bu dünyadan. Ona verilen ruhuyla ve göreviyle barıştı ve devam etti. Tıpkı Dao gibi.
Yetinmeyi bilen zengindir, azimle ilerleyen iradeli. İşte başka bir Taozim kanunu. Dedem bunu yüzyıllardır biliyordu işte. Bir keresinde bana sen büyüyeceksin, buradan gideceksin. Senin zamanında kıtlık olacak demişti. O zaman gülmüştüm çocukken. Yaşlı işte diye iç geçirmiştim. Oysa dedemin kastettiği büyük kıtlık, yokluk yalnızca hammadde değildi. Anlam yokluğu, sıfır üretim ve isteksizlik çağıydı. Ne söylediyse hepsini yaşıyoruz toplum olarak. Belki de onun bilgeliği buradan geliyordu işte. Doğaya duyduğu bağımlılık bir nevi bir iletişimin içinde olmasını sağlıyordu. Doğa ona fısıldıyordu.
Dedem diyorum bu yakın çağın içinde yeniden genç olsa aynı irade ve sabırla yaşama katılır mıydı? Kesinlikle onu ters düz ederdi diyorum. Çünkü meselenin kaynağını bulmaktansa yaşamın içinde akışa kapılmaktı bütün mesele. Antik Çin’de bir adam, Anadolu’nun ortasında bir çiftçi hepsi aynı şarkıyı söylüyordu. Dur. Durmayı bil. Bulunduğun yeri hisset. Ulaştığın başarıda kal belki de. Sana verilenin fazlasını almaya çalıştıkça bozulacak bir şeyler. Sonra bu kavramlar içine izm’ler girecek. Bazı ekonomist mottolar ve savaşlar, bozulan sistemler ve sistemin içinde kalan küçücük insanlar. Dedem kocaman bir bahçenin içinde kocaman bir insandı işte. Ailesi ve annemle olan ilişkisinden bağımsız bana bıraktığı miras bu oldu. Bir zamanların sade ve basit yaşanılan hayatının yalnızca üretmekle elde edileceği fikri. Ve o öldüğünde onu daima fikirlerde, kelimelerde yaşatacağımın sözünü tutuyorum bugün.
Taoizm’in bazı incelikli iyilik yapma önerileri bana her ne kadar uymasa da ondan çok şey öğrendiğim kesin. Ve bu inanç kalıbına nereden aşina olduğumu artık biliyorsunuz. Çok bunaldığınız ve ne yapmanız hakkında herhangi bir fikrinizin olmadığı zamanlarda, zamana izin verin. Yaşamınızdaki akışa dikkat edin. Bir yerlerde oluşan boşluğu, maddeler, nesneler, bahçeler, saraylar doldurmuyor ne yazık ki. Boşluk size ait. Onu anlamlı bir bütüne ulaştırmak da sizin elinizde. Yalnızca öyle insanlar karşınıza çıkacak ki o boşluğu doldurmanıza yardım edecekler. O boşluğun etrafına çiçekler ekecekler. Onlara izin verin. Yıllar sonra belki de dedemi çok özlediğim bir zaman diliminde kendisini bana bir kitap olarak hatırlattı diyorum kendime. Sözcüklerin arasından bilge bakışlarını attı bana ve seslendi.
“Yaşama katılır, ölüme tutulur insanlar:
Bunların da onda üçü yaşamın peşinden gider onda üçü ölümün ardına düşer;
Bir onda üçü daha vardır ki, onlar yaşarken ölümü seçer.
Nedir bunun sebebi? Çünkü onlar yaşama en yüksek pahayı biçer.
Duydum ki yaşamasını iyi bilenler, arazide yürüdüğünde ne gergedana ne de kaplana rastlar.
Orduyla savaşa girdiğinde ne zırha ne de silaha ihtiyaç duyar;
Çünkü gergedan boynuzunu saplayacak, kaplan pençesini atacak, silahsa sivri ucunu batıracak bir hedef bulamaz karşısında.
Nedir bunun sebebi? Çünkü ölümün yeri yoktur onların içinde.
Not: Podcast yayınına başladımmmmm. Aşağı beni dinlemeniz için link bırakacağım.
Sevgilerimle Sonya.
Laozi için okuduklarım: