Sumrugiller (Sternidae), yağmur kuşları takımına ait bir familyadır.
Tüm dünyada yayılış gösterirler. Kıyılar ve iç sular bulundukları yerlerdir. Aniden dalış yaparak besinlerini yakalarlar.
Arama motoruna yazdığım ve karşıma çıkan herhangi bir bilginin cümlesi içimde defalarca kez yankılandı. Bu kuşlar uzun yolculukları sonrası kışın tatlı su kenarlarında ve kıyılarda görülüyor. Acaba çok yorulmuyorlar mı? Yorgunluk nedir biliyorlar mı? Soruların peşinizi bırakmadığı dönemlere siz olsanız ne tür bir isim verirdiniz?
Çocukken yönümü bulmak adına yaptığım bir yöntem vardı. Kış günlerinin ilk esintileri ve henüz hava tam da soğumamışken “dönemeç” oyununu oynardım. Neydi bu dönemeç? İçimde durmaksızın art arda sıralanan ani bir sınav kaygısı mı? Nefes alamazsın, ellerin terler ve bilmediğin yerden gelecek cümleciklerin bağırtısı kulağını okşar. Eyvah! Tekrar etmen gerekirdi. Hayatta başarılı olmak için tekrar, tekrar ve gözden geçirme. Bu öğretilmedi mi sana? Düzene ve ihtiyacın olduğunda sana gelecek olan göksel mucizeye. Tekrar edersen başarılı olursun. Başarı ve mutluluk için bazı materyaller gerekliydi. Sana verilen demirbaşların en ince ayrıntısında gizlenen soruyu göremezdin. Hayat hep nesnenin verdiği kuvvetli güç ile eş değerdi. Elinde tuttuğun, dokunduğun, sahibi olduğun sihirli fasulyelerin ölgün hissiyle dolu doluydu.
Oysa hayat, denizkırlangıçlarının uzun yolculukları ve ani dönüşünden başka bir şey değildir. Böyle zamanlarda ne mi olur? Bir şarkıya sarılırsın. O şarkı seni sessiz bir sahnenin en dramatik anına bırakır. Buradan başla şimdi!
Yaşanmamış hayatın üzerine düşünüp durduğun zamanları da bilirsin. Ya öyle olsaydı? Her zaman bilinmedik bir olasılık ile yaşamak yeterince zor değil mi? Kierkegaard’a göre göre insan hem özgürdür, hem zorluklarla çevrilidir, hem sınırlıdır, hem de sınırsızdır. Bu daima bir kaygıyı beraberinde getirir. İnsan en çok korktuğu yerde kaygılanır. Bu ikisi daima bir bütündür. Tüm kaygılarımız, hüsranlarımız bilinmedik bir yolculuğa , yaşanmamış bir hayata çıkıyor.
Adam Philips, her şey bir hüsranla başlar diyor. Bu bir nevi bir yolculuktur. Bu yolculuğun farkında olduğun vakit bu işin doğasının bu olduğunu da bilmeye başlarsın. Psikanalistlere göre noksanlık veya bir şeye, birine ihtiyaç duymak aslında yaşamda mücadele etmek için yaşanılması gereken bir zorluk.
O halde hepimizin baştan kaybettiğini bilmek gerekir. Hepimiz Freud’a göre kaybettiğimiz bir sevgiyi ararız. Arzularımız doğduğumuz andan itibaren, dizginlenmeye, durulmaya ve bazen de harekete geçmek için kendini dışarıya salar. Çoğu hayalin ve kurulan düşlerin bizi doyurmadığını ve bir şeyler yapma hissiyle kıvranıp durduğunu da biliriz. İşte Philips hepimizin iç sesi olmuş ve demiş ki “Yaşanmamış Hayata Övgü: Kaçırdıklarımız”.
Hüsrana uğramak bilimsel anlamda hüsrana uğramak bebeğin anneden kopuşu ile başlar aslında. Bu noksanlığa daima ihtiyaç duyacak bir kaygı durumu ortaya çıkar. Zaten hayatla mücadele ederken bir nevi bir arkhe’ye ihtiyacımız vardır. Hüsran….
İnsanın tüm bu yolculuğu hayal kırıklığı ve hüsranla başlar aslında. Bir ayrılık, başarısız öyküler, zorlu kararlar sonucunda beklenmedik olaylar, tüm bunlar bizde bir değişimin, dürtüsel bir kıvranmanın ilk sesleridir.
Dönemeç oyununa geri dönüyorum. Hayatımın hep en zorlu kararları, gözyaşlarım, sırlarım, bu oyunun en can alıcı yerinde kendine bir aidiyet bulurdu. Kiraz rengi evimizin yolunda uzun bir yokuş bulunurdu. Bu yokuşu her defasında zevkle yürür, çıkarken biraz söylenirdim. İlk zamanlar benim bu hımbıl yürüyüşlerim geç kalmak gibi görülse de mekanda olmayı, onun ruhuyla barışmayı, kendime ait yeni sihirli bir dünya yaratma eylemi ile uğraşıyordum. Çocukken herkes biraz yalnızdır. Ben de bazı dertlerimi kimseye açamaz, daha doğrusu açmak istemezdim. Eve yaklaştığım zaman en sevdiğim şarkıyı açar, ve köşeyi dönene kadar zaman durmuş gibi yapardım. Adımlarım o kadar yavaşlardı ki dışarıdan görenler beni deli zannediyorlardı muhakkak. Bir iki adım attıktan sonra durur, derin bir nefes alır ve gözlerimi kapatırdım. Bu kısacık an, bütün yaşamımın, maceralarımın ve hüsranlarımın ışık hızından öte yüreğime çarpmasına sebep olurdu. Sonra gözlerimi açar, ve ” Bana bir işaret gönder” derdim.
Bazı zamanlar sihirli olduğuna inandığım işaretler gelirdi. Bir köpek yanıma gelir, elimi koklar. Önüme bir yaprak son dansını ederek düşerdi. Mesela böyle anlarda Fernando Pessoa ile tanışmıştım. Bir kitabevinde gördüğüm Huzursuzluğun Kitabı’nı param yetmediği için alamıştım. Akşam eve geldiğimde annem bu kitabı birinin çöpe attığını daha doğrusunu okumadığını ve bırakıp gittiğini söylemişti.
-Sana yine kitap getirdim.
-Ne getirdin? Yine o saçma vampir kitapları mı? Ben onları okumuyorum.
-Hayır. Öğrenciler evlerine gittiler. Bunu da bırakmışlar. Can yayınlarının. Bence sen seversin. Bir bak bakalım.
-Ne Pessoa mı? Nasıl yani? Hiç mi okumamış.
-Bilmem bence anlamadı. Sen anlarsın kesin can kızım.
İşte böyle bir anı yüreğimde hep tazeliğini korur. Hissetmek ne renktir derdi Pessoa. O an, hissettiğim duygunun rengini merak ettim. Bence turuncuydu. Turuncu hissettiğim zamanlar evrenden bana mesaj gelirdi. Şimdi uçmaya hazırsın. Ama bu kadar kolay olmayacak. Bir şeyleri bulmak için de çok geç değil. Bu sözlerin aynısını bugün Beriut- The Tern dinlerken hissettim. Oysa ben bugün bir dilek dilememiştim. Bazı imgeler, bazı öykülerle birlikte yaşamımıza değer katar. Bazıları ise bir anlam katmaz ve bunu asla kavrayamayız. Her şeyi kavrayamayız. Bu bazen iyi bir şeydir. Bir resmi, bir filmi, bazen bir insanı tanımlamayı ve kavramayı beklemeyin. Bırakın ve sadece hissedin.
Hüsrana uğrarız. Kavrayamayız. Yanımıza kâr kaldığını düşünürüz. Nihayetinde kaçmak isteriz. Oysa bir yerden bir şeyden çıkıp gitmek ferahlık getirebilir ama ölçülemez bir kayıp da yaratabilir. Arzunun korkusu. Çıkıp gitmek istemek belki de içsel dünyada sesini duymak istemediğimiz arzularımızdır. Peki ya deniz kırlangıçları? Onlar kimin sesini duyuyordu? Nereye göç edeceklerini nasıl biliyorlardı. Buna da okültasyon diyor işte Philips. Deneyimin gizemli kılınması, deneyimden sakınma yoluyla ona gizem katma anlamı taşır.
Auden ise, “İnsanın yiyeceğe ve derin bir uykuya olduğu kadar kaçışa da ihtiyacı vardır” der. Kim bilirdi ki dönemeç oyunum da benim bir kaçış yolum. Şimdilerde yetişkinlikte yeni yollar aradığım doğrudur. Dönemeç oyunu bitti. Yeni bir serüven açıldı.
İnsanın deniz kırlangıçları gibi sezgilerine güvenip kanatlarında daima umudu taşıması gerekiyor. Ne diyor Philips
Çocuk seyyahtır.
Yetişkinse varmıştır.
O halde hepimiz deniz kırlangıçlarının neden göç ettiğini anlıyoruz.
Sevgilerimle.
Bana bu yazıda eşlik edenler:
Müzik :