İçimizdeki Öksüz Kadınlar: Anne Shirley

 Her neyse. Ben büyüdüğüm zaman, küçük kızlarla sanki yetişkinlermiş gibi konuşacağım.” dedi kararlılıkla Anne. “Büyük kelimeler kullandıklarında gülmeyeceğim. Kendi kalp kırıcı deneyimlerimden biliyorum ki bu, insanların duygularını incitiyor.

Bugün içimizde yetim kalan hayalleri, kadın olmayı, dünyanın ötesine açılmayı ve düşlerimizi konuşacağız. Çocukken aklıma gelen birkaç utanma anısı var. Çilli, kalın kaşlı ve büyük gözlü olmaya dair. Hatta Hayır! Eşek gözlü olmakla ilgiliydi tüm şakalar. Kendi yaşıtlarımdan tutun da kocaman olmuş akrabalarıma kadar gözlerimin büyük olmasıyla dalga geçildi. Çocuklara anneleri babaları öğretmişti. Ya Yetişkinlere? Dünyaya geleli henüz beş altı yıl olmuş bir çocuğa gözlerin neden bu kadar büyük demek nasıl bir zorbalıktı. Hangi dönemde kalmışlardı.? 

Cılız bir çocuktum. Rüzgarlı havada belki de uçmamdan korkuyordu annem. Sıska bacaklı, kocaman gözlere sahip, çilleri olan ve kaşları kalın bir ben. Güzellik algılarının ötesinde bir çocuk. Üstelik konuşmayı da çok seviyor. Annem her zaman asi ruhlu bir çocuk olduğumu, haksızlığa gelemediğimi ve inatçı bir çocuk olduğumu anlatırdı. Tüm bu negatif yanlarıma rağmen hastalıklarla boğuşmuş, bir menenjit, bir trafik kazası ve çeşitli hastalıkları atlatmış bir çocuk olarak zayıf görülürdüm. Zayıf ve hassas. Belki de haklılardı ama ruhumun zayıf olduğunu hissettirenlere ne demeli şimdilerde?

Anıları yine geriye doğru sarıyorum. Sabahın ilk saatlerinde zihnim belli belirsiz bir anıyı kaydediyor. Yere oturmuş ve sessizce televizyon izleyen bir çocuk görüntüsü. İzlediğim şey bir çizgi film. Kızıl saçlı, çilli, zayıf bir yetim kızın kahverengi elbisesine takılıyor gözüm. Kırlarda koşan, kafasında çiçeklerle dolaşan, çok konuşan televizyondaki arkadaşımı izliyorum. Artık benim arkadaşım oldu çünkü ben de tıpkı onun gibi erken yaşlarda kırlarda, bahçelerde koştum.  Bu tatlı arkadaşımı bir süre sonra kaybettim. Okula başladım. Büyüdüm. Onu bulamıyordum. Ara sıra anneme gelip hani çilli bir kız vardı ya. Hani Kanal D’de çıkıyordu. Onun adı neydi anne? Aradım, taradım bulamadım. 

Yıllar sonra üniversite ara tatilinde eve döndüğüm zaman anime dünyasına adım attığımda bir de ne göreyim O. Anne Shirley. Yani Yeşilin Kızı ANNE. O sevincimi, çığlıklarımı ve ağlamamı unutamıyorum. Beni bugüne kadar iki eser hüngür hüngür ağlamıştır. Birisi Anne of Green Gables, ikincisi Monte Cristo Kontu. Ama nasıl mutluyum anlatamam sabaha kadar çizgi filmi izliyorum. İçimde kelebekler, nehirler, kuşlar, kiraz ağaçları açıyor. Anneme dönüp dedim ki onu buldum. O çilli kızı buldum. Sonraları Netflix’de harika bir dizi olarak ekranlara geldi. Herkes bu romantik, çilli ve konuşkan kıza aşık oldu.

Anne, içimizde kalan yetim kızların, kadınların sesi oldu adeta. Peki bu çilli kızın tüm dünyada bu kadar sevilmesinin arkasında yatan sebebi neydi? Öncelikle Anne Shirley’i oluşturan ve arkasındaki isme götürmek istiyorum sizleri.

L.M. Montgomery, 30 Kasım 1874’te Prince Edward Island’daki Clifton (şimdi New London) kasabasında doğdu. Annesi Clara Woolner Macneill, henüz Montgomery 21 aylıkken tüberkülozdan öldü. Babası Hugh John Montgomery, Montgomery’yi annesinin ebeveynleri Alexander ve Lucy Woolner Macneill’in bakımına bıraktı ve batı Kanada’ya yerleşti. Eserin neden Kanada’da geçtiğini şimdi öğrenmiş olduk.

Yaşlı bir çift ile tek çocuk olarak yaşayan Montgomery, hayal gücü, doğa, kitaplar ve yazma ile arkadaşlık kurdu. Dokuz yaşındayken şiir yazmaya başladı ve günlük tutmaya başladı. Ayrıca Amcası John ve Teyzesi Annie Campbell (annesinin kız kardeşi) ve Park Corner’daki aileleriyle vakit geçirdi.

Montgomery,  erken yaşta eğitimini tamamladı. Babasının tayini dolayısıyla Prince Albert’ta bir süre yaşadı ve burada ilk şiirini yayımladı. Daha sonra öğretmenlik lisansı almak için Prince of Wales College’da okudu ve öğretmenlik yaptı. Bir süre de Dalhousie Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı okudu ve yazılarıyla para kazanmaya başladı. 1800lerin Kanadasın ’da  ilk yüksek öğrenim gören kadınlarından biri oldu.

Lucy Maud Montgomery, hayatının önemli bir bölümünü büyükannesiyle birlikte geçirdiği Cavendish’te geçirdi. Bu dönemde yazmaya olan tutkusu hiç dinmedi ve sayısız yazı yazdı. Pek çok kez reddedilmesine rağmen yılmadı ve sonunda ilk romanı “Yeşilin Kızı Anne”i yazdı. Kadın haklarının çok geç uğradığı bir coğrafyada yazarak para kazanan ilk isimlerden biri Montgomery. Hatta 1899’da 96.88 dolar kazanmış ve 1903 yılında yazarak ulaştığı rakam 500 dolara çıkmıştır.

Anne Shirley defalarca red cevabı almış bir eser. Onu bir kutuya koyup saklayan Montgomery yıllar sonra yeniden okumalar yaparak yayınlatmaya karar verir. Ve böylece Anne Shirley can bulur.

Montgomery’nin eserlerinde doğa, sadece bir arka plan değil, karakterlerin iç dünyalarıyla iç içe geçen, onlara huzur ve ilham veren bir varlıktır. Anne Shirley gibi karakterler, doğanın kucağında kendi kimliklerini keşfederler. Bu, romantik dönem edebiyatının doğa tasvirleriyle örtüşmekle birlikte, Montgomery’nin eserlerinde doğa daha çok bir terapi, bir ruhsal beslenme kaynağı olarak işlenir. Örneğin, Anne’in Avonlea’daki  yeşil evindeki ilk günlerde, doğanın iyileştirici gücünün karakter üzerindeki dönüştürücü etkisi gözle görülür şekilde anlatılır.

 19. yüzyıl Kanada’sında kadınlar, toplum tarafından belirlenmiş, sınırlı rollere hapsolmuşlardı. Evlilik, çocuk yetiştirme ve ev işleri, kadınların hayatlarının merkezindeydi. Montgomery’nin eserlerindeki kadın karakterler, bu kalıplara sıkışmış olsalar da, içindeki özgürlük arzusunu bastıramazlar. Anne Shirley, Marilla Cuthbert gibi otoriter bir figüre karşı başkaldırırken, aynı zamanda kendi kimliğini oluşturma mücadelesi verir. Montgomery, kadınların iç dünyalarına dair derinlemesine bir inceleme yaparak, dönemin kadınlarının yaşadığı çelişkileri ve zorlukları okurlarına aktarır.

“İçimde pek çok farklı Anne var. Bazen fazla sorun çıkarmamın  sebebinin  bu olduğunu düşünüyorum. Yalnızca tek bir Anne olabilseydim, çok rahat ederdim. Gerçi o zaman da  hiç ilginç olmazdı.”

Anne Shirley, çilli, kırmızı saçlı ve gri gözleri ile öksüz bir çocuktur. Avonlea’da yaşayan Marilla  ve Matthew kardeşler çiftlik işlerine yardım etmesi için yetimhaneden bir erkek çocuk evlat edinmek isterler. Ancak bir yanlış anlaşılma sonucu onlara 11 yaşlarında bir kız çocuğu verirler. Aklı havadar, romantik ve hayalperest bir çocuk. Çocuk olmayı daha hiç tadamadan başkalarının çocuklarına bakan, temizlik ve yemek işleriyle ilgilenen kocaman bir kadın. Bazen tıpkı günümüzde kadın olmanın hissettirdiği bütün yükümlülükler gibi erkenden hayatı öğrenen bir çocuktur Anne.

Ancak, karanlığı seçmemiş her zaman aydınlığa yürümek zorunda kalmıştır. Eski bir entarisi, çantasının kulpu kopmuş ve kırmızı saçlarını iki yana örmüş sevimli bir kız çocuğu. Yazar, sık sık Anne’in saçlarının kırmızı olmasından ve karakterin bundan rahatsız olmasını vurgulamıştır. Çünkü o dönemin görüntüsü parlak sarı saçlı kızlar veya pamuk prenses gibi kabarık  elbiseler içinde siyah saçlarıyla prenses rolünü oynamak zorunda kalan küçük kadınlardır.

Cuthbert ailesinin evine yanlışlıkla gelen bu çelimsiz kız çocuğu geri gönderilecektir ama bıcır bıcır sesiyle, hüzünlü geçmiş ile Marilla ve Matthew’in kalbini çalmıştır. Artık bir evi vardır. Anne ilk defa bir yuvaya sahip olur. Zorlanmadan, dövülmeden bir eve sahip olmuştur. Aşık olduğu doğa onun evidir artık. Her şeye isim verir. Onlara bir kimlik verir. Yaşamın içine katar.

Çevrenizde Yeşilin Kızı Anne’yi anlatıp ona hayran kalan erkekler oldukça azdır. Var mı sizce? Varsa onlara da çok selam söylüyorum. Bu küçük kız, kız neşesini hatırlatır bize. Hepimiz içimizde biraz yetimiz aslında. Anneleri tarafından, babaları tarafından yetim bırakılan kadınlar. Doğuştan zayıf olduğumuza, çok fazla çilli olduğumuza, çok zayıf, çok güzel, çok konuşan, çok yavaş olduğumuza karar verirler. Kabarık elbiseler ve kurdeleler tanımlar bizi. Saçlarımızın arasında gezen dallar, çiçekler asi bir görüntüdür toplum için. Tek başına mutlu olmayı seçen kadınların varlığıdır aslında mesele. Anne bize bunu defalarca anlatır. Toprağı, suyu, rüzgarı hisseder. Kadın olmanın getirdiği o empatiyi daha çocukken hissederiz. Ama içimizde dalgalanıp duran, koşmaya hazır o enerjiyi bazen alıp götürür hayat bizden.

Hepimiz o yuvayı ararız. İçinde huzurlu, üretken, çalışkan ve bazen de bırakmış hissettiğimiz o yuvayı. Bu bazen Prens Edward adasının kırsalında yeşillerin içinde bir yerken, bazen bir okulun, mesleğin, önlüğün içinde de olabilir. Bazen anne olarak bir bebeğin gözlerinde, bazen bir patinin sıcaklığında buluruz o yuvayı. Yalnız kalmayı tercih edebiliriz. Asla evlenmemiş ve evlenmeyecek olabiliriz. Kadın olmayı çok seviyoruz hepimiz. Bu zorlu kırılgan dünyanın içinde zaman zaman öksüz hissettiğinizi biliyorum.

Çok fazla iş yükünün ortasında masum bir çocuğun renkli hayallerini özlüyorum bazen. Tıpkı Anne gibi. Dizide bir sahne var. Anne, yetim bir çocuk olduğu için dini eğitimi yoktur. Tanrı’ya istediği gibi  dua eder bir gece ve o dönemin otoritesini temsil eden Marilla bir anda kızmaya başlar. Böyle dua edilmez Pazar okuluna gideceksin. Anne, yeni siyah elbisesi ve eski şapkasıyla yola çıktığında aniden durur ve çiçek toplamaya başlar. Şapkasını biraz süslemek ve güzelleştirmek istemiştir sadece. Çiçeklerle örülü şapkasıyla birden koşmaya başlar. Bu sahne içimde defalarca çağıldamıştır. Ben olduğumu hissettiğim anlara götürür bu sahne beni. Senin de ruhunu süslediğin, beslediğin zamanlarda yaptığın bir ritüel var mıdır? Mesela ben yürüyüşe çıkar, bazen tanımadığım insanlarla konuşurum. Minik dans adımlarım ile şehre doğru yol alırım. Çok mutlu olduğumda saçma sapan zıplamaya başlarım. Çok sevdiğim bir yemeği tattığım zaman bir o yana bir bu yana eğilirim. İnsanların mimiklerine, çizgilerine bakıp onlarla ilgili hayal kurarım. Ağaçlara sarılır ve onlardan şifa aldığımı düşünürüm. Yoldaki kedilere öpücük atarım. Hüzünlendiğimde ve zayıf hissettiğimde sessizleşir ve Tanrı’yı çağırırım. Doğayla hep bir bağım olduğunu ancak yüzyıllar içinde bu sırrı bizden sakladıklarını düşünürüm.

Hepimiz içimizde bir Anne Shirley taşıyoruz. Yürüdüğümüz yollar farklı sadece. Planladığımız ve arzu ettiğimiz masalların prensesi olmak istemiyoruz. Aksine Montgomery gibi onları yazmak istiyoruz. Kendi kaderimizi kendimiz inşa etmek, bazen düştüğünde o kırılgan ve naif tarafımızın da kabul görmesini istiyoruz belki de. Şimdilerde ne yaşadığını bilmiyorum. Neler hissettiğini biliyorum ama. Değişimin korkusu ile sarsılıyor inandığın gücün giderek zayıflamasından korkuyorsun. Kadın olarak kısıtlı alanlarda dolaşmanın rahatsızlığını hissederek inadına koştuğunu da biliyorum. Zarif, narin, kırılgan, hayalperest, güzel, sıradan, çilli, çok konuşkan çok sessiz gibi betimlemelerin ardında bir dünyadan geldiğini biliyorum. Çok eski ve kadim bir dünyanın ezgileriyle birlikte gönderildiğin bu düzende ihtiyacın olan sadece kendine ait bir yuva. Bu bazen kitaplarla, sözcüklerle, kurduğun bir ailenin gülümseyen tablosuyla, pişirdiğin yemeklerle, anne olduğun canlılarla, içinde duyduğun yaratma isteğiyle, bazen isteksizliklerle, durduğun zamanlarda donuk bakışlarınla, tepkilerinle, yetmişinde bile rengarenk elbiselerinle dans ettiğin bir yuvayla gerçekleşir.

Zaman zaman kaybettiğimi sandığım o küçük kızı avuçlarımın içine alıp izliyorum. Gülüşlerini, beklentisiz çabalarını, gökyüzünü daha mavi, ormanları daha yeşil gören gözlerini hissediyorum. İçinde bir kor gibi alev alan veya bir inci gibi parlayan o kızı asla kaybetmek istemiyorum. Büyümenin fırtınasında ona eşlik eden rüzgarların kuvvetini ara ara özlüyor ve geri çağırıyorum. Ona sihirli birkaç söz söylemek istediğimde aklıma ilk gelen şey. Durma! Pes Etme. Yorulduğunda soluklan. Soluklandığın zaman sırtını yaslayabileceğin değerlerin olsun. Onlar yalnızca sana ait ve senden güç almalılar. Yalnız hissetmediğin, evinde hissettiğin o yer. Neresi olur bilemem? Ona aidiyet verecek olan sensin.

Lucy Maud’ta 1800’lerde içindeki küçük kızı çağırdı. Ona hikayeler, şiirler ve zamanlar hediye etti. Henüz kadınların oy hakkının bile olmadığı bu coğrafyada, gaz lambasının ışığı altında satırlarını geleceğe hazırlayan bir kadının varlığından haberdar bile değillerdi belki de.

Şimdilerde sana da yapamazsın diyorlar biliyorum. Sözlerle ifade edemeseler de çekingen gülüşleriyle yapıyorlar belki de bunu. Şimdilerde -belki de- sen kendine bile yapamam diyorsun. Çünkü unuttun. Umutsuz dünyanın, dar kalıplı değerlerinin arasında bir vitrinde durmaktan da sıkıldın. Bir şeyler yapmalısın dedi her defasında bir ses sana. Unuttun. Yöntemin neydi? Oyun oynamaktan sıkıldın. Oysa bütün keyif o anın içindeydi. Çabucak büyüdün belki. Kocaman evlerin içinde, babasız otoritelerde, gökyüzüne uğurladığın annenin sessizliğinde, vazgeçtiğin hayallerinin içinde serpilip kocaman bir kadın oldun. Bir tarafın buruk, bir yanın yetim ama bir yanın çocuk kaldı. Ona sarılmayı unuttun. Ona sığınmayı unuttun. Tüm hüzünlerin telafisi belki de saçlarını süslemekte.

Anlatırsan unuturum, öğretirsen hatırlarım. Beni dahil edersen öğrenirim. Farklı olmak kötü bir şey değildir. Sadece alışık olmadığınızdır.

Bütün kadınlara….

Sevgiyle Sonya.

Lucy Maud Montgomery hakkında daha fazla bilgi almak istiyorsanız onun bir enstitüsü olduğunu bilmiyorsanız :

https://lmmontgomery.ca/about/lmm/her-life

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir